Kapitalizm nedir ve neden çökmez?

michael-hacker-capitalism

“Kapitalizm” Karl Marks tarafından “sermaye” veya “anapara” kelimelerinin Almanca karşılığı olan “Das Kapital” kelimesinden türetilmiş ve en genel anlamıyla “serbest piyasa ekonomisi” olarak tanımladığımız insanın üretim ve tüketim ilişkilerini anlamlandıran bir kavramdır. Tarihi süreç içinde özellikle sosyalist propagandasının etkisiyle kapitalizm kavramına bir yığın negatif anlam yüklenmiş ve bunun sonucunda da günümüzde insanın yaşam biçimine ait ne kadar kötülük varsa hemen hepsi de kapitalizm ile eş anlamlı olarak anılır olmuştur. Örneğin insanın aç gözlülüğü, bencilliği, sınır tanımayan sahip olma, mal mülk edinme tutkusu, bitmek tükenmek bilmeyen para kazanma hırsı, insanların birbirlerini kandırarak kendilerine menfaat sağlama alışkanlığı, birbirlerini sömürerek geçinme kolaycılığı gibi çoğu doğuştan sahip olduğu kötü özellikleri kapitalizme mal edilmiş ve sonuçta da Marks’ın icat ettiği bu kavram her türlü kötülüğün nedeni, ahlaksızlık, bir tür öcü veya şeytanlık olarak algılanır olmuştur.

Marks’ın kapitalizm olarak tanımladığı şey aslında insanın doğaçlama, özgürce, içinden geldiği, işine geldiği gibi, ama bunların yanısıra alıştığı, ezberlediği, koşullandığı gibi yaşamak istemesinin üretim ve tüketim ilişkilerine yansımasından başka bir şey değildir. Dünya bir daha kurulacak olsa kapitalizm dediğimiz ekonomik düzen yine aşağı yukarı aynı şekilde gerçekleşirdi. Çünkü bu doğaçlama yaşam biçimi birisi tarafından icat edilmiş, kurgulanmış ve insana dış güçler, dış mihraklar tarafından dayatılan bir yaşam biçimi değil aksine insanın yaşadığı her coğrafyada kendiliğinden gelişen doğal bir yaşam biçimidir. Bu açıdan bakıldığında da Homo Kapitalismus’un doğal bir insan buna karşılık Marks’ın tasarımını yaptığı Homo Sosyalismus’un da totaliter dayatmayla yaratılabileceği varsayılan kurgusal, yapay ve gerçeklik dışı bir insan olduğu sonucuna varmak mümkündür.

İnsanın özgürce yaşama şansı bulduğu bu ekonomik düzende herkes gücü, olanakları çerçevesinde istediği gibi üretir, alır, satar, tüketir, biriktirir, mal mülk edinir ve yaşamını bir şekilde sürdürür. İnsanın özgürlüğünün en üst ilke olarak kabul edildiği batı tipi toplumlarda nasıl demokrasi siyasallaşma biçiminin doğal bir tezahürüyse, kapitalizm de aynı şekilde onun üretim ve tüketim biçiminin yani ekonomisinin doğal bir tezahürüdür. Nasıl demokratik siyasal yaşamda bir tarafta yönetenler, diğer tarafta da yönetilenler varsa ekonomik yaşamda da bir tarafta da efendiler diğer tarafta da köleler, bir tarafta işverenler, diğer tarafta işçiler veya bir tarafta zenginler, diğer tarafta da yoksullar vardır. Bu nedenle de zaten bütün gelişmiş ülkelerin hem demokrasiyi hem de kapitalizmi birlikte yaşadıklarını görürüz. Burada enteresan olan ise bu sebep sonuç ilişkisine rağmen demokrasinin “iyi” kapitalizmin ise “kötü” olarak algılanmasıdır.

Demokrasi ve kapitalizmin çelişkili bir şekilde algılanması, değerlendirilmesi son derece nedenlidir çünkü popüler kültürün bütün propaganda araçları birini iyi diğerini ise kötü olarak etiketlendirir ama bilinçli bir sorgulama ve değerlendirme becerisini geliştirememiş insanlar kendilerine dayatılan ve ezberlettirilen bu ölçüsüz değerlendirme biçiminin neden olduğu çelişkinin farkında varamamaktadırlar. Oysa kapitalizm ile demokrasi et ve tırnak gibidir ve bu nedenle de birini diğerinden soyutlamak olanaksızdır. Bu ancak sosyalizm örneğinde de olduğu gibi kaba güce başvurarak belli bir süre için dışarıdan müdahale yoluyla mümkün olabilir ama bir süre sonra yine de her şey normale döner.

İnsanın özgürce yaşamasına olanak sağlamayan bir yaşam biçimi uzun vadede sürdürülmesi olanaksız bir yaşam biçimidir. Özgür bir varlık olarak dünyaya gelen insanın yaşamının her alanında yaşamını kendi istediği gibi, kendi işine geldiği gibi belirlemek istemesi, geleceğini güvence altına almak için mal mülk edinmesi ve hatta daha fazlasına sahip olmak amacıyla her şeyden ve her insandan faydalanmak istemesi onun doğasından kaynaklanan son derece “normal ve anlaşılması gereken” isteklerdir. Bu nedenle de insan doğal yapısı gereği demokrasiye olduğu kadar kapitalizmede yatkın ve meyillidir. İster hoşumuza gitsin isterse de gitmesin ama insan dediğimiz varlık dürtüleri vasıtasıyla efendi olmak üzere programlanmış bir varlıktır, köle olmak üzere değil. Bu nedenle bırakın kapitalizmi kölelik düzeninin bile kabahati, kusuru ne kölededir ne de efendisindedir. Buradaki temel sorun insanın özgür kapitalizmin sorunlarını kendi yoksulluğu ile direk olarak ilişkillendirebiliyor olmasına rağmen bunu siyasal yaşamın ortaya çıkardığı sorunlar çerçevesinde yapamayışıdır. İnsanın demokrasiyi iyi buna karşılık kapitalizmi kötü olarak algılaması da bundandır. Oysa yaşanılan tüm sosyal sorunların kaynağı insanın gerek siyasi yaşamında ve gerekse de ekonomik yaşamında sınırsız veya yeterince sınırlanmamış bir özgürlüğe sahip olmasıdır. Zaten insanın her an herkese karşı haksızlık yapabilmesi de onun kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tutabilmesine olanak sağlayan özgürlüğüdür.

İnsanı hepimiz tanıyoruz. İnsanın dürtüleri tarafından tetiklenen ihtiyaçları vardır ve bunları karşılayabilmek için merak eder, arar araştırır, keşfeder, bütün olanakları ve bu arada yaratıcı aklını kullanır ve sahip olduklarından faydalanarak olmayanı var eder. Yaşam düzeyi geliştikçe ihtiyaçları artar, daha iyi, daha komforlu daha müreffeh bir yaşam sürdürebilmek adına her şeyin daha iyisini, daha çoğunu, daha kolayını, daha zahmetsizini ister. Bütün bunlar insanın yabanilikten uygarlığa geçebilmesini mümkün kılan insani özelliklerdir. Zaten bu özelliklere sahip olmayan bir insan ne ateşin nasıl yakılacağını ne de çakmak taşından nasıl balta yapılabileceğini keşfedemezdi. Günümüzde eriştiğimiz ileri teknoloji kullanan sanayi ve bilgi toplumları ve de tabii ki bunlara paralel olarak varlığına kavuşan refah toplumları hiç şüphesiz ki insanın kapitalizmi bir yaşam biçimi haline getirmesini mümkün kılan yukarıda sayılan “iyi, pozitif ve de gelişmeyi mümkün kılan” bu özelliklerinin ürünüdür.

Günümüzde eriştiğimiz uygarlık düzeyinin kötü yanları yok mudur? Olmaz mı? Hemde sayılamayacak kadar çoktur. Örneğin hemen hemen bütün toplumların % 20 si üst gelir gurubu insanlarından oluşup tüm toplumsal üretimin % 80 ini kullanır ve tüketirken, nüfusun % 80 i de toplumsal nimetlerin % 20 si ile yetinmek zorundadır. Bu da mümkün olmadığı için nüfusun çok önemli bölümü eğitimsizdir, yoksuldur, işsizdir, mesleksizdir, açtır ve bu insaların çocukları da oldukça sefil bir ortamda büyür ve gelişirler. Ciddi bir bölümü de küçük yaşta bakımsızlıktan veya açlıktan ölürler. Bu nedenle de insanları yaklaşık % 80 i refah toplumlarının olanaklarından, nimetlerinden yeterince faydalanamazlar.

Toplumların sınıflı yapılara bürünmeleri bir gerçektir. Ancak ne var sınıflaşma olgusu kapitalizm öncesi dönemlerde de vardı. Sınıflaşma olgusunun nedenleri sayılamayacak kadar çoktur ama ekonomik nedenleri ön plana alarak örneklemek gerekirse işçi maaşını alırken peşinen vergisini öder ama onun patronu isterse vergi kaçırabilir. Toplanan vergiler yapılan adrese teslim ihale yolsuzlukları, teşvikler ve türlü türlü ayrıcalıklarla yine zenginlere peşkeş çekilir. Bu sayede halktan toplanıp üst gelir guruplarına sürekli kaynak transfer edilir. Her şey bir yana serbest piyasa ekonomisinde “eşşeği boyayıp satmak” çabuk yoldan para kazanmanın en bilindik yöntemidir. Hayali ihracat, medya veya reklamcılık sektörü gibi her yıl milyarların döndüğü sektörlerin ortaya çıkabilmesi “eşşeği boyayıp satmak” sanatının yaygın bir şekilde icra edilmesinin doğal bir sonucudur. İnsanoğlu bütün bu ve buna benzer sahtekârlıkları yapar, çünkü insanın yaratıcı aklı gerektiğinde kolaylıkla şeytana bile papucunu ters giydirebilecek cinlikler üretebilir. Yaratıcı insan aklı kapitalizm tarihinde Galata köprüsünden tutun, meydan saatine ve hatta koskoca Haydarpaşa garına kadar her şeyin satılabilmesine olanak sağlamıştır. Yanında çalışan işçinin haklarını gasp etmek, onları üç kuruşa çalıştırdığı yetmezmiş gibi mesai ücreti ödemeden fazla mesai yaptırmak, kafası kızdığında kıçına bir tekme atıp işten kovmak gibi teferruatlar insanoğlunun her an yapabileceklerinin sadece ilk akla gelenleridir. Sözüm ona halkı gerçekçi bir şekilde enforme etmek görevine sahip gazetelerin tiraj arttırmak için haber çarpıtmaları, haber bulamadıklarında uydurmaları veya haber ve yorum manüpülasyonlarıyla halkı istedikleri gibi yönlendirmeleri de “eşşeği boyayıp satma” sanatının entelektüel tezahürleridir.

Evet, hiç şüphesizki insan merak eder, arar, araştırır, bulur, keşfeder, icat eder, karşılaştığı güçlüklerle mücadele eder çünkü o dürtüleri gereği her ne pahasına olursa olsun kazanmak, yoktan var etmek, sahip olabileceği her şeye sahip olmak üzere programlanmış bir canlıdır. O çakmaktaşından baltayı yapar, rüzgâr gücünden faydalanarak yelkenli gemiyi yapar, otomobil yapar, uçak yapar, uzakları yakın eder, atomu parçalar nükleer enerjiden faydalanarak gücüne güç katar ve yaşam biçimini geliştirir. İnsanoğlunun daha iyi bir yaşam sürdürmek adına yapamayacağı, üretemeyeceği hemen hiçbir şey yoktur. Ama aynı insan bütün iyi özelliklerinin yanısıra egoisttir, bencildir, kendi çıkarını her şeyin üstünde tutar, insanın gözünün içine baka baka yalan söyler, aldatır, kandırır ve daha iyi, daha rahat yaşayabilmek için akla gelen her türlü haksızlığı ve ahlaksızlığı da hiç çekinmeden yapabilir. Tarihten bir örnek vermek gerekirse Osmanlı padişahlarının birçoğu günün birinde kendilerine rakip olmasınlar diye öz be öz kardeşlerini bile boğdurabilmişlerdir. Bunun daha ötesi var mı? İşte bütün bu nedenlerden dolayı da insanın özgürce üretip, alıp satmasının ve tüketmesinin genel adı olan kapitalizm tüm iyilikleri ve kötülükleri içinde barındıran kimse tarafından icat edilmemiş, doğru dürüst kuralları ve belirleyicileri bile olmayan ama insanın tüm iyi ve kötü özelliklerini yansıtan doğaçlama bir yaşam biçimidir. Hal böyle olduğu ve kapitalizm insanın doğal halinin doğal bir yansıması olduğu için ne tür zorluklarla karşılaşılırsa karşılaşılsın insanlar yaşadıkça çökmeyecek, aksine insanlar var oldukça “bir yolunu bulup” sürdürülecek bir yaşam biçimidir. Kaldı ki kapitalizmin çökmesi demek insanın geleceğini yitirmesi ve yaşamın sona ermesi demektir. Bu nedenle de “kahrolsun kapitalizm” demek “kahrolsun kâğıt, kalem, bilgisayar, internet, cep telefonu, buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinesi, otomobil, uçak, makyaj malzemeleri, takılar, sanat, edebiyat, sinema, futbol, basketbol, alkol, sigara vb.” demekten farklı bir entelektüellik değildir. Her şeyden önce de kahrolsun kapitalizm demek, kahrolsun özgürlük veya kahrolsun demokrasi, kahrolsun hukuk ve hukuk devleti demekten hiç ama hiç farklı bir şey değildir. Zaten Karl Marks’da bunu bildiği için sosyalizmi kurgularken “proleterya diktatörlüğü” kapsamı çerçevesinde özgürlüklerin yok edilmesini kurulacak ütopik ekonomik sistemin olmazsa olmaz bir koşulu olarak kabul etmiştir.

İnsanlar büyük bir doğal felaket oluncaya kadar yaşayacağı için kapitalizm de hiç şüphesizki sonsuza dek devam edecektir. Ama ne var nasıl kapitalizm bu güne kadar birçok evreden geçtiyse bundan sonra da değişmeye ve gelişmeye devam edecektir. Çünkü insanların sadece belli bir azınlığı değil istisnasız hepsi eşitlik ve adalet içinde, özgürlüklerini yitirmeden daha iyi, daha müreffeh, daha mutlu, daha insancıl bir yaşam sürdürmek isterler. Bu da onların en doğal hakkıdır ve bu hakkı da kimse onların elinden alamayacaktır. Bu nedenle de birinin sahip olduğu hak ve özgürlüklere herkes sahip oluncaya kadar da gerek kapitalizm, gerek siyasi yapılarımız değişmeye ve gelişmeye devam edecektir. İşte bu nedenle de insan aklının cevaplamak zorunda olduğu sorun kapitalizmin iyi mi yoksa kötü mü olduğu veya nasıl ve ne şekilde “kahrolacağı veya çökeceği” değil, aksine kapitalizmin içerdiği ve neden olduğu sayılamayacak kadar çok sorunların nasıl ve ve ne şekilde analiz edilip, çözüleceği sorunudur.

Kapitalizmin içerdiği ve neden olduğu sorunların tamamı insanların bir kısmının başka insanlara, daha doğrusu efendi olmayı becerebilmişlerin efendi olmayı beceremeyenlere veya genel anlamda topluma karşı yaptıkları haksızlıklar ve ahlaksızlıklar ile alakalıdır. Örneğin;

Başta yazarlar, çizerler, sanatçılar, avukatlar, doktorlar, dişçiler, eczacılar, mimarlar, mühendisler, muhasebeciler, yani üst düzey eğitim almış serbest meslek erbapları olmak üzere kuaföründen, butiğinden, marketinden, kuyumcusundan tutun en büyük sanayicisine kadar beyan usulü vergi veren insanlar diledikleri kadar vergi verebiliyor gerisini kaçırabiliyorlarsa,

İşveren yanında çalıştırdığı işçilerin bir bölümünü veya tamamını sigortasız bir şekilde çalıştırabiliyorsa, onların sosyal haklarının bir kısmını veya hepsini gasp edebiliyorsa,

İnsanlar birbirlerini aldatarak, mal kalitesinden çalarak veya ayıplı mallar üreterek, pazarlayarak kendilerine haksız kazanç sağlayabiliyorlarsa,

Medya ve reklam sektörü insanların bilinçlerini ve dolayısıyla da tüketim biçimlerini etkileyebiliyor ve bunun ötesinde bilinçli bir şekilde ve onları yanıltarak, şartlandırarak, koşullandırarak istedikleri gibi yönlendirebiliyorsa, diğer bir ifadeyle de onları yabancılaştırabiliyor, bilinçsizleştirebiliyor, nesnelleştirebiliyor, köleleştirebiliyorsa,

2001 yılı ekonomik krizinin ortaya çıkarttığı gibi devletin ve onun “cumhuriyetin kazanımları” olarak öve öve yere göğe sığdıramadığımız bütün yetkili kurumlarının gözleri önünde 65 milyar USD gibi devasa bir kaynak sadece ve sadece bankacılık sektöründe hortumlanabiliyor, akabinde de bu soygunun faturası halka ödettirilebiliyorsa,

Bütün bunların yapılıyor, yapılabiliyor olmasının yegâne nedeni kapitalizm öcüsü, canavarı, şeytanı değil, insanın kendi kişisel çıkarları söz konusu olduğunda her türlü haksızlığa ve ahlaksızlığa meyilli bencil ve egoist kişiliğidir. Hal böyle olduğu içinde bu ve buna benzer sorunların hepside ekonomik sorunlar olmakla birlikte her şeyden önce etik ve hukuk kapsamında algılanması gereken, eğitim ve ceza hukukun kapsam alanına girmesi gereken bu nedenle de yegâne sorumlusunun devlet olması gereken sorunlar olarak algılanması bir zorunluluktur. .

İnsanlar arasında haksızlıklara, ahlaksızlıklara izin vermeyen, eşitlikçi ve adil bir düzen kurmak kapitalist işletmecilere, serbest meslek erbaplarına değil sadece ve sadece devlete ait bir görev ve yetkinliktir. Ancak ne var o adil bir düzen kurmasını beklediğimiz devlet 2 kg baklava çalan yoksul çocukları yıllarca ıslah evlerinde hapsederken tonlarca baklava satın alabilecek kadar parayı çeşitli yöntemlerle çalan vatandaşlarına karşı son derece müsamahakâr davranabilmekte ve kazara gün ışığına çıkan olayları da Turgut Özal’ın meşhur “işlerini bilir memurları” vasıtasıyla tatlıya bağlayabilmektedir. Sorun da zaten bundan ibarettir.

Kendi kendimizi kandırmayalım. Kapitalizme atfettiğimiz sorunların tamamı devletin kolaylıkla çözümleyebileceği sorunlardır. Sorun içinde iyiyi de kötüyü de barındıran insanın denetimsiz ve sınırsız bir özgürlük içinde yaşaması halinde her türlü kötülüğü yapabilir olması ve zaten de yapmasıdır. Çözüm ise insanların birbirlerine gerek güç kullanarak ve gerekse de birbirlerini aldatarak haksızlık yapmalarını “ahlaksızlık ve suç” olarak değerlendiren yeni bir etik anlayışının geliştirilmesi ve bu doğrultuda haksızlıklara olanak sağlamayacak bir hukuk düzeninin kurulmasıdır. Devletin varlık nedeni de zaten insanların birbirlerine zarar vermeden yaşayabilecekleri bir düzen kurmak ve o düzene işlerlik sağlamaktır. Bütün bunlarda yapılamayacak şeyler değildir. Yapılması gerekenler adil bir gelir dağılımını mümkün kılacak vergi yasaları, çalışanların sosyal güvenliğini sağlayacak sosyal güvenlik yasaları, insanların birbirlerini kandırarak kendilerine menfaat sağlamalarını engelleyecek ceza hukuku, bütün vatandaşlarına fırsat eşitliği sağlayacak ve 0-6 yaş gurubu da dahil olmak üzere herkesin çağdaş bir eğitim almasını mümkün kılacak bir eğitim sistemi gibi kolaylıkla gerçekleştirilebilecek ama sonucunda da tüm haksızlıklara, ahlaksızlıklara ve sınıflı yapılaşmaya son verebilecek yasal düzenlemelerden ibarettir.

Sorunlar ve çözümler Kaf dağının arkasında değildir. Ama yine de bu sorunlar maalesef çözülememekte, çözümlenmesi yolunda da en ufak bir gayret gösterilmemekte ve hatta zaman zaman da kamu görevlileri ile bizzat tüm bu haksızlıkları yapanlar arasında kolaylıkla kurulabilen şıracı bozacı dayanışması çerçevesinde sessiz sedasız teşvik bile edilebilmektedir. İşte bu nedenle de çağımızın sorunu kapitalizm değil aksine sadece ve sadece eşitlikçi, adil ve her türlü haksızlığı engellemeyi kendisine amaç edinmiş bir hukuk düzeni kuramayan, kurmak istemeyen devlettir. Ancak ne var şu da bir gerçektir ki devlet doğal bir varlık değildir. Devlet kendi başına düşünemez, sorgulayamaz, çözümler üretemez, yasal düzenlemeler yapamaz. Bu nedenle de devleti suçlamanın, suçlu ilan etmenin bir anlamı ve bir yararı yoktur. Çünkü işlevini yerine getiremeyen devlet kendi başına var olabilen bir kutsallık değil, insanlar tarafından kurulan, kolaylıkla onların iğrenç emellerine alet edilebilen ve buna rağmen kutsanan ve yüceltilen sosyal bir kurum, sosyal bir araçtır. Bu nedenle de sorun devletin yetersizliğinden kaynaklandığı için sorumluluğu da tarihi süreç içinde kültürlerimizi, etik anlayışımızı, devlet anlayışımızı geliştiren, devleti bu iş görmez, sorunlara çözüm üretmez haliyle kuran, yöneten ve insanların ihtiyaçlarına karşılık verecek şekilde değişmesine engel olan seçkinlere, entelektüellere, aydınlara, yazar-çizer eşrafına aittir. Çünkü onlar giderek büyüyen toplumsal sorunları ve bu sorunların ancak ve ancak devlet tarafından çözümlenebileceğini bilmelerine rağmen sorumluluğu kendi icat ettikleri ve her gün lanetleyerek yaşattıkları kapitalizm öcüsünün sırtına yükleyerek hedef saptırmakta ve bu suretle ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek uğruna büyük halk kitlelerinin sorunlar altında ezilmelerine göz yuma bilmekte, duyarsız kalabilmektedirler.

Evet, insanın doğasından kaynaklanan iyi ve kötü özellikleri vardır ve bu özellikler de kontrolsuz ve denetimsiz bir şekilde yaşam biçimlerimizin belirlenmesinde etkin oldukları için yaşam biçimlerimiz bir sürü iyiliği de kötülüğü de içlerinde barındırmaktadır. Ama bu muhakkak ki bir alın yazısı değildir. Diğer taraftan devlet dediğimiz, insanlar tarafından kurulan ve kendi amaçlarına alet edilen sosyal araçta kutsal bir varlık değildir. Devlet bizim ona yüklediğimiz görevler vasıtasıyla işlevselleşen ve varlığını da o işlevsellik doğrultusunda sürdüren bir kurumdur. Nasıl biz otomobilin gaz pedalına bastığımızda ona hız verip, fren pedalına bastığımızda da durdurabiliyor veya direksiyon vasıtasıyla yön verebiliyorsak devlete de vereceğimiz görevler ve yetkiler sayesinde iyi veya kötü özellikler kazandırabiliriz. Bu da kapitalizme atfettiğimiz sorunların çözümlenmesine fazlasıyla yetecektir.

Günümüz devlet anlayışının bizi getirdiği nokta ortadadır. Halimizden memnunsak o zaman her gün kapitalizmi lanetlemekten vazgeçelim ve durumumuza şükredelim. Yok, ama halimizden memnun değil isek o zaman da yapmamız gereken tek şey devlet, hukuk ve etik anlayışlarımızı bir daha gözden geçirip gereken güncellemeleri yapmaktan ibarettir. Çünkü sorun kapitalizm değil, bizim dünya anlayışımız, kültürlerimiz, etik anlayışımız ve bunların doğrultusunda işlevselliğine kavuşan devlettir. Hayır, elbette ki devlet kahrolmasın ama onu işlevini yerine getirebileceği bir şekilde ıslah etmek de biz insanların boyunlarının borcu olsun. Kısacası sadece ekonomik yaşamda değil toplumsal yaşamın her alanında görülen sorunlar hiç bir zaman Karl Marks’ın zannettiği gibi özel mülkiyetin devletleştirilmesi ile çözümlenemeyecektir. Aksine o sorunların çözümlenebilmesi için yapılması gereken tek şey devletin bütün vatandaşlarının menfaat ve ihtiyaçlarını eşitlik çerçevesinde karşılayabilmesi amacıyla devletleştirilmesidir. Kaldı ki vergi toplamak, sosyal güvenliği sağlamak, kimsenin kimseye haksızlık yapamayacağı bir hukuk düzeni kurmak gibi asli görevlerini yerine getirmekten aciz devletten bütün bu yerine getiremediği görevlerine ilaveten birde rasyonel bir şekilde bütün üretim araçlarının işletmeciliğini yapabileceğini beklemek saflıktan başka bir şey değildir.

Kaynak :

pyramid_of_capitalist_system

kapitalizm_268890

kapitalizm_299807

kapitalizm_302025

Yorum bırakın